Tiyatro Oyunus Kulis
11. Üniversitelerarası Tiyatro Festivali kapsamında Yeditepe
Üniversitesi öğrencileri tarafından “Don Cristobita ve Dona Rosita'nın Acıklı
Güldürüsü" adlı oyun sahnelendi. Tiyatro oyununun sahne arkasında,
oyuncular heyecanlı ve gergindi.
Tiyatro oyununun kulis görüntülerini izlemek için tıklayınız... |
Üniversite Tiyatro Grubu Oyunundan |
Türkiye’nin her yerinden katılımın olduğu ve üniversite tiyatro kulüplerinin, konservatuarların hazırladığı 55 oyunun sahnelendiği 11. Üniversitelerarası İstanbul Tiyatro Festival jürisinden Hüseyin Sorgun, verdiği röportajda birçok üniversite akademisyenin okul içindeki tiyatro gruplarını bilmediğini belirtti
Röportajdan ve tiyatro oyunlarından görüntüler için tıklayınız...
Festivalin oluşumu ve amacı hakkında bilgi veren Sorgun, üniversite tiyatro gruplarının fark edilmesine zemin hazırladıklarını verdiği röportajda anlattı.
Cansu Yunus: Festivalin ana yapısından bahseder misiniz?
Hüseyin Sorgun: Aslında ilk olarak bu oluşum Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde bir tiyatro buluşması olarak başladı. O zamanlar katılan gruplar arasında lise düzeyinde olanlar da vardı. Amatör gruplar da vardı ve üniversite grupları çok azdı. Biz son altı yedi yıldır üniversite gruplarının, konservatuarlar ve kulüp tiyatrolarının çatıyı oluşturduğu bir festivale dönüştürdük. İsmini de sonrasında değiştirdik. “Üniversitelerarası Tiyatro Festivali” adını verdik. Yani süreç içerisinde gelişen şeyler bunlar. Aslında festivali yaparken ya da kararlarımızı alırken gruplarla görüşmelerimiz oluyor. O görüşmeler neticesinde onlarla birlikte karar vermeye çalışıyoruz. Ama en azından yol haritamız yani başlangıç noktamız bu oldu. Üniversite kulüplerinin, konservatuarların hazırlamış olduğu oyunları festivale dahil ediyoruz ve profesyonel bir juri değerlendiriyor. Sonrasında da kararlarını açıklıyorlar.
C.Y.: Festivalin bu seneki sözü “İki kıta bir deniz; iki kalas bir heves. Bu sözü biraz anlatır mısınız?
H.S.: Şimdi şöyle… Aslında bize göre, “İki kalas bir heves” tiyatronun ruhunu ifade ediyor. “İki kıta bir deniz” ise İstanbul’u temsil ediyor. İkisini birleştirdik. Aslına bakarsanız, o bizim festivalimizin son beş altı yıldır festivali ifade eden bir cümle. Çünkü biz üniversitelerarası tiyatro festivalini, bu amatör ruha yaslanan oyun gruplarını İstanbul’da sahneliyoruz. Aynı zamanda şehir dışından da gruplar geliyor ama İstanbul’u bir sahne olarak görmek, bize de hoş geldi. Böyle bir şey düşündük.
C.Y.: Biraz da bu festivali üstlenen kurumlardan bahsedelim…
H.S.: Bu festivali hazırlayan Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Gösteri Sanatları Merkezi. Yirmi yıldır tiyatro eğitimi veriyor ve ben de orada sanat yönetmenliği yapıyorum. Biz bir yandan yetişkinlere, çocuklar ve gençlere tiyatro yazarlığı, tiyatro oyunculuğu gibi temel disiplinlerde iki yıllık eğitim verirken, bir yandan da çalıştığımız alanla ilişkili olan, gençlerin yapmış oldukları işleri gösterebildikleri en azından değelendirebildikleri bir platform oluşturalım diye düşündük. Dolayısıyla bu festival fikri biraz daha güçlü bir şekilde ortaya çıktı. Bizim aslında Gösteri Sanatları Merkezi’nde de yaptığımız şey bizim de öğrencilerimizin de tamamen jürinin puanlaması dışında tutularak oyunlarını sahneliyorlar. Aslında bu festivalde devlet tiyatrosu, Küçükçekmece Belediyesi mekan noktasında bize destek veriyorlar. Aynı zamanda festivalin temel giderlerini karşılayan bir sponsorumuz var. Dolayısıyla bunların hepsi biraraya geldiler. Kültür A.Ş., İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Gösteri Sanatları Merkezi’nin planladığı bu festivali hem mekan destekçileri hem de maddi destekçimizle beraber yürütüyoruz. Daha önceki yıllarda da benzer etkinlikler yaptık. Ama asıl programı üstlenen, Kültür A.Ş.’ye bağlı Gösteri Sanatları Merkezi.
C.Y.: Toplamda kaç oyun katıldı? Hangileri şehir dışından, hangileri İstanbul’dan?
H.S.: Şehir dışından 14 grup var. Toplamda ise 55 oyun var. Aslına bakarsanız 49 grup, 53 oyun şeklinde söyleyebilirim. Üç tane de bizim kendi hazırladığımız yani Gösteri Sanatları Merkezi’nin hazırlamış olduğu oyunlar var. O gruplar kapsam dışı. Zaten yarışmaya dahil edilmesi de doğru olmaz. Ama biz bir oyun, belki birkaç tane oyun sahneliyoruz. Mesala bu sene Haldun Taner’in “Ay Işığında Şamata” oyununu öğrencilerimiz sahneliyorlar. Onun haricinde Rauf Altıntak’la bir ortaoyunu hazırladık. Şuan provaları devam ediyor. Bir de Troyalı Kadınlar’ı hazırlıyoruz. Üç tane oyunla festivalde yer alıyoruz. Daha önceki yıllarda biz festivalin kapanışında biz hazırladığımız gösteriyi sahneliyorduk. Fakat bu sene öyle yapmayacağız. Çünkü bu durum ödül törenini bölen bir şeydi. O yüzden artık oyunlarımız programın son gününde seyirciyle buluşuyor.
C.Y.: Özellikle festival jürisi olarak, oyunlarda dikkat ettiğiniz kriterler neler? Daha çok ne önemli tiyatro gruplarında?
H.S.: Tabii gerçekliği görüyoruz. Ders aralarında belki de okuldan çalarak hazırlanan bir sanat faaliyeti bu. Dolayısıyla ışık bazen tam çıkmayabilir. Zaten grupların da sahneye çıkışı belli ediyor bunu. O sahnede çok prova yapamıyorlar. Onun için oralarda biraz daha gördüğümüzü değerlendirmeye çalışıyoruz ama sonuç olarak yine de kriteler var. Oyunculuk kategorilerinde jüri olarak dikkat ettiğimiz şey kabiliyet ve yetenek. Yani bu sahnede belli oluyor zaten. Ürün haline dönüşmemiş doğal yeteneği gördüğümüzde, zaten hep beraber hemfikir oluyoruz. Dönem dönem çatışmalar da çıkıyor aramızda ama sonuçta iyiyi, güzeli, doğruyu aramaya çalışıyoruz. En azından adil bir ödül değerlendirmesi yapmaya gayret ediyoruz. Tabiki oyunun estetik kıstasları öenmli. Dekoru nasıl yapmış? Kostümü nasıl yapmış? Uyumlu mu? Işık nasıl kullanmış? Makyaj nasıl? Bunlara dikkat ediyoruz. Bu sene ek olarak afiş kategorisini de koyduk. Yeni birkaç kategori koyduk. Yani “marifet iltifata tabiidir” düşüncesini bu festivalde ortaya çıkarıyoruz. Bir yandan da üniversite tiyatroları çok fazla görünmüyor. Bazen o üniversitelerin akademik kadrosu bile farkına varmamış oluyor. Geçen sene bizde ödül alan grup için; “Aaa biz de böyle arkadaşlar da çalışıyorlarmış” diye yaklaşanları da duydum. Biz geçen sene afişlerini bastırdığımızda;”Aaa bizden birileri festivale katılıyor. Dekor, kostüm desteği sağlayalım”falan diyorlar. Yani böyle bir güzelliği de oluyor. O yarışı üniversitelerde hissettiklerinde hem kaynak hem de zaman ayırıyorlar. Aslında üniversitelerin de buna dikkat etmesi lazım. O anlamda da bizim faydamız bu üniversite gruplarına. Onun dışında iyinin düşmanı daha iyidir. Bu sebeple biz daha iyiyi bulmaya çalışıyoruz. Kılı kırk yararcasına bir festival yarışması düzenliyoruz.
KISA FİLMLERDEKİ TERS ETKİ
Röportaj sırasında Selim Evci |
Televizyon kanallarındaki kısa film programlarını eleştiren Akbank 9. Kısa Film Festival Koordinatörü Selim Evci, bu tür programların seçkiyi iyi belirleyemediğini ve insanların kısa film düşüncesine ters etki yaptığını belirtti.
Röportajı video olarak izlemek için lütfen tıklayınız...
Festival kapsamında gösterilen kısa filmler, etkinlikler hakkında bilgi veren Evci, Akbank Kısa Film Festivali programına önümüzdeki yıl Uluslararası Yarışma kategorisinin ekleneceği müjdesini verdi.
Cansu Yunus: Biraz festival sürecinden bahseder misiniz?
Selim Evci: Bu yıl festivali dokuzuncu kez düzenliyoruz. 2004 yılında sadece bir yarışmayla başladık. O dönemde yılda sadece seksen civarı kısa film yapılıyordu. Buna rağmen çok yoğun bir yıldı. Sonra bu büyük ilgi festivali büyütmeye, farklı bölümler açmaya, yeni yarışma alanları oluşturmaya itti. Bugün douzuncu yılda kısa filmin sinemayla sanatla ne kadar iç içe ve gençlikle özgürlükle ilintili olduğunu hissettik. Festival buna paralel olarak her yıl biraz daha büyüyor. Bugün, Türkiye’de yılda yaklaşık 600 adet kısa film çekiliyor.
C.Y.: Türkiye’deki diğer kısa film festivallerini nasıl karşılıyorsunuz? Türkiye’de kısa filme hak ettiği değer veriliyor mu?
S.E.: Tabii. Giderek kısa film etkinliklerinin sayısı artıyor. Önemli olan sürekli olup, bir çizgi tutturmak. Bizim Akbank Kısa Film Festivali’nde önemsediğimiz şeyi, süreklilik ve belirli bir kimliğinin oluşması. Bu yönde farklı etkinlikler e mevcut. Ulusal uzun metraj filmleri öne çıkaran Antalya ve Adana gibi önemli festivallerde kısa film kategorilerinin bulunması önemli. Bunlar da giderek kısa filmin o heycanını ve kaynama noktasını belirliyor.
C.Y.: Festival dışında Akbank Sanat kısa filmle alakalı yıl içersinden neler yapıyor?
S.E.: Festivalden sonra yarışmalarda derece almış filmler yaklaşık 40 üniversiteye gidiyor. Bir turne gibi seyircinin gösterimine çıkıyor. Aynı zamanda yaz aylarında senin de katılmış olduğun bir kısa film atölyesi oluyor. Bu tür etkinlikler sürekli devam ediyor.
C.Y.: Çoğu yönetmen kısa filmi uzun metrajlı filme geçişin bir basamağı olarak görürken; bazı yönetmenler de kısa filmlerin başlı başına bir tür olduğunu söylüyor. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nedir?
S.E.: Kısa film anlatım dili, yapısı, işleyişi bakımından başlı başına bir türdür ama bir yandan da uzun metraja geçişte bir basamaktır. Keskin çizgilerle bunu ayıramam. Uzun metraj film yapmak için iyi bir deneme alanıdır. Sadece Türkiye’den değil; dünyadan da bunun birçok örneği var. Birçok yönetmenin ilk eserlerinin kısa filmler olduğunu da görüyoruz. Dolayısıyla biz “Hayır. Bu bir basamak değildir.” desek te bu pratikte bir ön çalışma şeklinde karşımıza çıkıyor. Bu her ne kadar bir çalışma da olsa o türün dinamikleriyle filmi ortaya koymak durumundasınız. Yani iyi bir kısa film yapmak için o türün özelliklerini bilmek, kısa filmi bilmek, o yapıya kendinizi adapte etmek önemli diye düşünüyorum.
C.Y.: Öğrenciler bu festivalde bunu kesinlikle kaçırmasın dediğiniz etkinlik veya film hangisi?
S.E.: Ben öğrenci olsam festivalin tamamını kaçırmazdım. Çünkü bu tarz etkinlikler çok önemli. Bir okul gibi bütün filmleri izlemek, bütün etkinliklere katılmak bir öğrenci için önemli. Dolayısıyla şu filme gidin hayatınız değişecek durumu yok. Bu tür etkinlikleri takip edin, hayatınız değişir gibi bir durum var. Sinema yapmak isteyen bir kişi olabildiğince kendisini buna adaması gerekiyor. Bu tür etkinlikleri çok yoğun bir şekilde takip etmesi gerekiyor. Burada birisiyle tanışır, bir başkası bir ekip kuruyordur, ona katılır. Yani burada sadece bir film izlemek değil, buradaki etkileşimin de kişiye katkısı büyük.
C.Y.: Aslında bu etkileşime festival binasında bulunan kafenin de çok katkısı var değil mi?
S.E.: E tabi. Orayı bir festival alanı olarak görüyoruz. Aynı zamanda orada film gösterimleri düzenliyoruz. Önümüzdeki yıl büyük ihtimalle, uluslararası yarışma kategorisi festival programında bulunacak. Öyle olduğunda dünyadan kısa film çeken insanları da bu kafede ağırlayacağız. Buradaki kısacılarla kaynaşmaları açısından bu kategori çok iyi olacak.
C.Y.: Festival koordinatörlüğünüzün yanı sıra siz bir sinema yönetmenisiniz. Geçtiğimiz senenin yabancı ve yerli en çok beğendiğiniz iki yapımını söyler misiniz?
S.E.: Şu filmi çok beğendim diye kendimi sabitlemiyorum. Bir filmin sadece tek planını gördüğümde dahi ‘bu film iyi ki varmış.’ diyorum. Sevdiğim yönetmenler var. Son dönemde en etkilendiğim film, Carlos Reygadas’ ın Silent Light. Yakın zamanda onu izledim. Çok sayıda film izlemeye çalışıyorum. Ama bir yönetmenin peşinden değil, birçok yönetmenin filmini izlemek önemli.
C.Y.: Peki, festivalde filmleri neye gore seçtiniz? Programda toplam kaç film var?
S.E.: Filmleri seçerken birçok kriter vardır. Işık, ses, hikaye, samimiyet bu kriterlerden bazıları. Ama bazen bunların hepsinin ötesinde filmin ayrı bir gizemi oluyor. Adı konulamayan birşey karşına çıkıyor. Dolayısıyla bütün o kriterleri alt üst eden tekniği çok kötü bir filmi bile çok sevebiliyorsun. Dolayısıyla bu da o hissin peşinden gitmek, en doğru sonuç oluyor.
C.Y.: Festivalin bir haftasını devirdik. Genel atmosfer nasıl?
S.E.: Öğrenciler burayı okul gibi görüyor. Okulu bırakıp Akbank Kısa Film Festival’ine gelmeleri bizi sevindiriyor. Yani onlar Akbank’a devam ediyorlar. Söyleşiler, atölye çalışmaları sayesinde; sektörde üreten insanlarla bire bir iletişim kuruyorlar. Okuldaki akademik öğrenimin yanında aktif olarak üreten insanlarla üretimin sunulduğu bir yerde olmak, okul gibi oluyor. Bu anlamda çok güzel oluyor. Ben her yıl festivale hiç kaçırmadan gelen müdavimleri görüyorum. Bunun bir güzel tarafı da burada kısa film çeken kişilerin sonrasında uzun metrajlı filmler çekip, iyi yerlerde çalıştığını duymak çok güzel.
C.Y.: Bir öğrenci kısa filmini çekmek için…
S.E.: Kişilerin prodüksyon firmalarına gidip, projelerini anlatmalarını ve onlardan destek almaları iyi bir metodtur. Bu, çalışır bir yöntem olabilir.
C.Y.: Uzun metrajlı birçok filmler bile kendilerine salon bulamıyorlarken, kısa filmlerin bulması neredeyse imkansız. Bu konuda düşünceleriniz…
S.E.: Festivaller bu anlamda çok önemli. Bu durum sadece Türkiye açısından değil, dünya açısından böyle. Ticari sinemanın gösterim koşullarının üstünlüğünden dolayı bağımsız filmlerin salon bulamama sorunu devam ediyor. Kısa film özelinde bunu düşünürsek, kısa filmi bulacaksın, araştıracaksın. Bu işi gizemini kapması gerekiyor. Dolayısıyla bir insan, kısa filmi seviyorsa festivalleri takip edecek, onların internetten üreticilerini bulacak. Şöyle bir proje var aklımda. Kısa filmlerin dvd sini çıkarmak ve ulusal kanallara satmak. Bu konuda görüşmeler, çalışmalar yapıyoruz. Ama çok kolay işler değil. Umarım önümüzdeki dönemde bu tarz işler olur. Yurtdışında kanallar kısa filmleri satın alıyor. Kısa filmlerin kanallarda özel bir kuşak altında yer vermeleri önemli. Bu da keşfedilecek alan gibi gözüküyor.
C.Y.: Bir ara kanalarda kısa film yarışmaları düzenleniyordu…
S.E.: O tür programlarda seçkiyi iyi belirleyemediklerini düşünüyorum. Kısa film algısına da insanlar üzerinden zarar verdiğini düşünüyorum. Böyle programları düzenleyen insanların seçkiyi çok iyi yapması gerekiyor. O olanağa sahip olan kısa filmin iyi olması gerekiyor ki, bu tarz işler sürekliliğini korusun. Benim programlarda gördüğüm, kötü kısa filmleri gösteriyorlar. O da bizim gibi festivallerin oluşturmaya çalıştığı kısa film algısına zarar veriyor. Bu algı, kısa filmin bir dolgu malzemesi olduğu noktasına geri dönüyor.
|
Röportaj sırasında... |
ERKEK EGEMEN SİNEMAYA KADIN FİLMLERİ
Türkiye’den ve dünyadan birçok kadın sinemacıyı ve filmlerini buluşturan 11. Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali Koordinatörü Deniz Nihan Aktan, festivalde erkek egemen sinemaya alternatif olarak kadın yönetmenlerin filmlerine yer verdiklerini söyledi
Festivalde cinsiyetçi olmayan ve konusunu daha esnek bir dille anlatan filmleri seçtiklerini belirten Aktan, kadın sinemacılara ekipman desteği sağladıklarını ve atölye eğitimleri verdiklerini söyledi. Nihan Aktan, festival programı ve etkinliklerini röportaj sırasında anlatıyor.
Röportaj esnasında Deniz Nihan Aktan
Cansu Yunus: Filmmor Festivali neden var? Kadınlar için ne ifade ediyor?Deniz
Nihan Aktan: Aslında Filmmor Festivali, Filmmor Kadın Kooperatifi’nin etkinliklerinden biri. Filmmor 2003 yılında kuruldu ve o günden beri yani 11 yıldır film festivali sürüyor. Zaten Filmmor, özellikle kadınların film üretmesine yardımcı olan bir kuruluş. Atölyelerle ve çeşitli etkinliklerle bu kadınlar için film çekim alt yapısını hazırlayan bir yer. Festivalde ise, dünyadan ve Türkiye’den filmlerini üretmiş, fakat herhangi bir yerde gösterme şansı bulamayan kadın yönetmenlerin filmlerini derliyor. Tabi bu filmlere vizyona girmiş, gişede başarı sağlamış filmlerde dahil. Bunun dışında da ticari gelir sağlayamayıp, iyi filmler olmasına rağmen genel kitleye hitap etmediği için gösterime çıkamamış filmler de festivalimizde var. Genelde filmler, son yıllardan. Fakat tema kategorileri olduğunda önceki yıllara ait filmleri de programa ekliyor. Şuanki erkek egemen sinemaya alternatif çok gösterilmemiş kadın sinemacıların filmlerini programa dahil ediyoruz. İçerik, teknik olarak cinsiyetçi olmayan ve daha esnekçi dille konularına değinen filmlerin de çekilebileceğinin mümkün olduğuna inandığımız için bu festival 11 yıldır devam ediyor.
D.N.A.: Sonuçta bu kurumda kendisini kendi imkanlarıyla döndüren bir kurum olduğu için, maddi destek sağlayamıyoruz. Ama çeşitli atölyelerimizdeki eğitimlere katılabilir ya da ekipman desteği alabilirler. Kadınlar buradaki kişilerle tanışıp vakit geçirebilirler. Bu durum, çekilecek filmin ekibini oluşturma konusuna yardımcı olabilir. Mesala ben buraya üç yıl önce geldim ve şuan istediğim zaman sokağa çıkıp, bir şeyler çekebileceğimin teknik bilgisi bende var. Bu olanağı da elinde bulundurmak ayrı bir şey. Çünkü kadın izleyiciler olarak, sadece filmi izlemekle yetiniyoruz. Çünkü film ekipmanları çok pahalı. Bu sebeple, ekipman almak bir avantaj. Kısa film bizim de festivalimizde önemli bir yerde. Kadınların kendisini çok iyi anlatma şansı bulamadığına inandığımız için bu festivali düzenliyoruz. Uzun metrajlı filmler, sektörün işleyişine uygun bir form taşıyor. Çoğu zaman anlatmak istediğini anlatan kısa süreli filmler varken uzun filmlerin olması bana garip geliyor. Festivalde de değinmek istediği konunun özünü anlatan yani kısa filmler var. Kısa filmleri, uzun metrajlı filmlere bir geçiş süreci olarak ta görmemek lazım. Bu yıl Türkiye’den 18 film var festival programında. Yarışma yapmıyoruz. Bunun yerine bu yıl ilk kez vereceğimiz, “Yarışma değil, Dayanışma” sloganlı bir ödül mevut. Bu ödülün adı; “Mor Kamera Umut Veren Kadın Sinemacı”. Türkiye’den festivale başvurmuş, daha yolun başındaki kadın yönetmenlerin desteklenmesi için küçük bir ödül.
C.Y.: Festivalin framanı ve afişi çok yaratıcı, etkileyici. Kimin fikri? Asıl anlatmak istediği nedir?
D.N.A.: Sonuçta bu kurumda kendisini kendi imkanlarıyla döndüren bir kurum olduğu için, maddi destek sağlayamıyoruz. Aynı zamanda konsepti üretmek te onlarda. Aslında konsepti belirleyen ana durum geçtiğimiz yılın feminist gündeminde en çok tartışılan olaylar. Yani reklam ajansında veya Filmmor’da çalışan kişiler belirlemiyor. Geçen sene de kürtaj tartışmaları çoktu. Kürtaj hakkı elimizden alındı. Bedenimiz üzerindeki hiçbir hakkımızın olmayışı yani görmezden gelinme durumu. Tanıtım filminde daha çok kategorik şekilde, “Oya da oradaydı. Gülsüm de oradaydı.” diyerek anlatılıyor. Yani görmezden gelinip, orada olma hali. Yok sayılma durumu hepimizin başka başka şekillerde yaşadığı olay. Sanki dışarıdaki bir kadını festivale çağırmıyoruz da, aslında hepimiz fragmandaki kadınlarız. Hepimizin festivali diye düşünmeyi seçtik.
C.Y.: Her yılın konsepti farklı değil mi? Bir yıl töre cinayetleri diğer yıl kürtaj. Ama sanki bu yılın konsepti karma gibi… Yanılıyor muyum?
D.N.A.: Neyin üzerinde durduğumuzdan ziyade feminist bir iş yapıyoruz. Festivalin konusunu, “Bizi bu yıl ne için mücadele ettik? Bizi en çok ne etkiledi?” diye sorup, buluyoruz. Bir sene namus cinayetleri çok artmıştı. Biz festival konusunu böyle seçtik.
C.Y.: Size festivalde kaç film başvurdu ve siz kaç tanesini gösterim için seçtiniz?
D.N.A.: Tahmini olarak 300-400 civarı film başvurdu. Başvuranlar arasından 51 tane film gösterime girdi. Aynı zamanda filmleri alırken tarama yapıyoruz.
C.Y.: Özellikle filmleri neye göre belirlediniz? Mesajına, tekniğine mi yoksa sizin konseptinize uyup uymadığına mı bakıyorsunuz?
D.N.A: Kadınlarla ilgili birşeyleri işlemesi bir etken ama her filmin böyle olmasına da gerek yok. Öncelikle bir değerlendirmeye alıyoruz. Bazen anlatım aşamasında güzel anlatmış ama tekniğinde birtakım sıkıntılar var. Onları gösteremiyoruz. Açıkçası, içimizden gelmiyor. Daha güzel filmler çekilsin istiyoruz.
C.Y.: Ya konular…
D.N.A: İyi çekilmiş, derdini net anlatan, cinsiyetçi temsil içermeyen ve dili politik olarak sağlam olan filmlere yer veriyoruz. Konuyu baz olarak almıyoruz. Yani II. Dünya Savaşı’nı anlatan bir film de olabilir. Odağına kadını almasa bile anlatmak istediği mesajı vermiştir. Rahatsız edici anti-feminist bir şey yoksa, senaryosu iyiyse zaten festivalde yer vardır.
C.Y.: “Bu festivalde kesinlikle bu fimi veya etkinliği kaçırmayın.” dedikleriniz…
D.N.A.: Diana Nacke’nin Benim Özgürlüğüm Senin Özgürlüğün filmini kaçırmayın. Nacke de festival konuğumuz olarak gösterimlerimiz de aramızda bulunacak. Yine tercihlerim arasında İsveç’ten festivale katılan Pernilla August’un Ötesi filmi ve Alexandra-Therese Keining’in Kalbimin Her Atışında filmi. Türkiye’den de dünyadan da kısa film seçkilerini seviyorum. Belgesel türündeki filmlerde ise, “Bana Kuchu De” beni çok etkiliyor. “Su Çocukları” filmi de yine iyi bir öneri. Yeşim Ustaoğlu ve Doris Dörrie de kaçırılmaması gereken önemli toplu gösterimler. Kürtaj bu senenin baş konusu olduğu için “Bedenimiz Bzimdir” diye bir bölüm var. Burada daha çok kürtaj, bekaret, kadın bedeni üzerine tartışmalar yapan filmler var. “Cinsiyetler” ve “Kendine Ait Cüzdan” bölümleri mevcut. “Cinsiyetler” bölümü cinsel kimliği konu edinirken, “Kendine Ait Cüzdan” ise kadının da kendisine ait bir cüzdanının olabilmesiyle ilgili filmleri kapsıyor. “Kadınların Sineması” bölümünde ise Türkiye’den ve dünyadan kısa ve uzun metraj filmleri derledik. Amerika’da kadın sinemacıları destekleyen Women Make Movies’ın 30. yılında düzenlediğimiz ortak seçki, bu sene Women Make Movies’ ın 40. yılını kutlamasından dolayı yine ortaklaşa bir seçki düzenledik.
C.Y.: Ya etkinlikler…
D.N.A: Yeşim Ustaoğlu’nun bir buluşması gerçekleşecek.Ona katılınabilinir. Onun dışında yurtdışından “Benim Özgürlüğüm Senin Özgürlüğün” filminin yönetmeni Diana Nacke, “Basamakları Çıkmak”, “Yapım Aşamasında” gibi filmlerin yönetmenleri Filmmor izleyicisiyle buluşacak. Sadece kadınlar için, beden atölyesi düzenlenecek. “Hazzın erkek egemen kurgusuna karşı kendi bedenimizi tanıyor muyuz?” sorusuyla yola çıkmış bir atölye. Cinsel konuları kadınların konuşamıyorlar. Bu atölyede kadınları bir araya topluyarak hazırlanmış bir ortam sunuyor.
C.Y.: Son dönemde şiddet görmüş kadınlarla ilgili birçok proje düzenleniyor. Özellikle 8 Mart günü için yapılan ünlülerin dövülmüş kadın makyajları hakkındaki sizin ve Filmmor’un düşüncelerini merak ediyorum.
D.N.A.: Benim düşünceme göre, zombi filmi gibiler. Gerçeklikten uzak ve tamamen teşhire dayalı. Şiddet görmüş kadın suratı orada sadece bir malzeme oluyor. Gittiği bir yer yok. Atıyorum şiddet uygulayan erkeği değil de şiddet uygulanan kadını gösteriyor. Zaten bunları haberlerde manşetlerde her zaman görüyoruz. Biraz da o şiddetin kaynağının teşhir edilmesi gerekiyor. O taraf hiç sorgulanmadan “Çok ayıp, böyle şeyler olmamalı.” Deyip, hemen onu bir sanat nesnesi haline getirmek. Hiçbirşeye hizmet etmiyor. Filmmor’un genel görüşü olarak tam bir şey açaıklayamayacağım ama aramızda konuşurken de benzer şeyleri söylüyoruz. Kadına şiddet şuan bir malzeme olduğu için şuan gündemde. Niyet sorgulamakta yanlış olur. Ben fotoğrafçıları da anlayamıyorum. Bir fotoğrafçı, 8 Mart’a özel kadınlar günü çalışması için yaptığı projede erkekleri kadın kılığına sokulmuş. Ayaklarında topuklu ayakkabı, dudaklarında kırmızı ruj. Kadınlar bu şekilde anlaşılacak varlıklar mı? Eğer amaç kadınları anlamaksa empati yolunu bu şekilde mi seçiyorlar? “Neden yapıyorsunuz?” diyesim geliyor. Genel olarak ciddiye almıyorum. Bazen güldürüyor bezen ise sinirlendiriyor.
"FESTİVALLE, DÜNYA SİNEMASININ NABZINI TUTACAĞIZ”
“
İKSV FİLM FESTİVAL DİREKTÖRÜ AZİZE TAN |
220’den fazla filmin gösteriminin yapılacağı 32. İstanbul Film Festival Direktörü Azize Tan, düzenlenecek sinema dersleri, paneller ve programda yer alan filmlerle ilgili, dünya sinemasının nabzını tutacaklarını söyledi
Röportaj videosunu izlemek için tıklayınız.
Röportaj videosunu izlemek için tıklayınız.
Cansu Yunus: Festivalde gösterilecek filmleri nasıl seçtiniz? Biraz festival hazırlık sürecini
anlatır mısınız?
Azize Tan: Filmleri nasıl seçtik? Bana hep bu soruyu soruyorlar. Kendimi tekrar ediyormuşum gibi geliyor. Aslında İstanbul Film Festivali’nin yapısı üç aşağı beş yukarı belli. Hala devam eden bölümleriyle belirli bir yapısı var. Öncelikli olarak yarışmalarımız ve yarışmalarımıza bağlı temalarımız mevcut. Uluslararası Altınel yarışmamızda, sanat sanatçı temalı filmler ve edebiyat uyarlamalarını gösteriyoruz. İnsan Hakları Yarışmamız da Avrupa Konseyi’yle işbirliği halinde yürüttüğümüz projede filmlerimiz var. Tabiki öncelik, bu iki kategoride. Yani insan hakları, sanat ve sanatçı filmleri festival için aradığımız nitelikte oluyor. Festivalin bu sene de devam eden temaları var. Mesela genç yönetmenleri keşfettiğimiz, “Yeni Bir Bakış” kategorimiz var. Özellikle usta yönetmenleri takip ettiğimiz, “Ustalar” bölümümüz mevcut. Dünya sinemasının yakından tanıdığı yönetmenlerin filmlerinin gösterileceği “Dünya Festivallerinden” adlı bir kategorimiz var. Bu programın hazırlık aşamasındaki programlama kısmını herkes merak ediyor. Esasen böyle bir zaman yok. O hazırlık, programlamaya aslında sene boyunca durmuyor. Şu anda bile gelecek yılın festival programında yer alacağını düşündüğümüz gösterimler hakkında fikrimiz var. Yani düşündüğümüz film olabiliyor hatta proje aşamasında olup ta gelecek yıla biteceğini tahmin ettiğimiz filmleri bir yere not alıp, takip etmeye başlıyoruz. Aslında asıl hazırlık sürecimiz, bizim festivalimiz bittikten bir ay sonra başlayan Cannes Film Festivali ile başlıyor. Tabii ki bu festival bizim için sinema yılının başlangıcı gibi oluyor. Oraya gidiyoruz. Filmleri seyretmeye başlıyoruz. Yönetmenlerle toplantılarımız, yazışmalarımız başlıyor. Danışma kurulumuzla da hangi filmlerin girebileceği, hangi kategorilerin yer alacağı ile ilgili de görüşerek festivalin şekillendiriyoruz. Aynı zamanda dünya festivallerinden de birçok film festivaline gidiyoruz. Bunlar; “Berlin Uluslararası Film Festivali, Uluslararası Toronto Film Festivali, Venedik Film Festivali ve Locarno Uluslar arası Film Festivali” gibi dünyadan belli başlı önemli festivalleri. Bu festivallerde beklediğimiz yönetmenlerin son filmlerini izliyoruz. Bu festivallerden uygun gördüğümüz filmleri de “Dünya Festivallerinden” kategorisine ekliyoruz. Bunun dışında festivalimizde “Mayınlı Bölge” kategorimiz mevcut. Mayın Bölge’de daha çok deneysel ve gerçek sinefil kitlenin takip ettiği filmler bu kategoride. “Çocuk Mönüsü” adıyla festivalde yer alacak çocuk filmlerimiz var. Onun dışında belgeseller için ayırdığımız ayrı bir bölüm var.
C.Y.: Son dönemlerde izleyicisini kaybetmiş gibi görünen belgesel türünün belki de en çok ilgi görebileceği platformlar festivaller…
A.T.: Son zamanlarda maalesef öyle ama bir şeyi kaçırmamak lazım. Belgeseller, bizim bildiğimiz belgesel formatından uzak. Hakikaten kurgusu, anlatımı, sinema dili açısından her biri birer kurmaca film tadında. O yüzden de çok ilgi görüyorlar. Biz de mümkün olduğu kadar yer vermeye çalışıyoruz. Gerçekten dünyada etrafımızda neler olup bittiğini izlemek, görmek açısından bize inanılmaz bir fırsat sunuyor. Son derece de yetkin bir sinema dili kullanılıyor. Bu nedenle de festivalimizde son senelerde en çok beğenilen bölümlerimizden bir tanesi. Bu yıl da elimizden geldiği kadar arttırdık. Yirmiye yakın belgesel film gösteriyoruz. Bunun dışında, festival için hazırladığımız önemli çalışmlarımız da oluyor. Bunlardan bir tanesi de Carlos Reygadas. Son dönemde Meksika sinemasına hatta dünya sinemasına yeni bir ses ve anlayış getiren yönetmen Reygadas, festivalde konuğumuz olacak. Bu yaz birkaç festivalde kendisini teğet geçip, sonunda Uluslararası Toronto Film Festivali’nde kendisini İstanbul’a gelmesi konusunda ikna ettik. Yönetmen Carlos Reygadas’ın İstanbul’a gelecek olmasından çok mutluyum. Reygadas’ın da “Japonya” filminin gösterileceği dolu bir festival programıyla dünya sinemasının nabzını tutacağız. Aynı zamanda Carlos Reygadas 7 Nisan Salı günü İKSV salonda bir sinema dersi verecek. Genelde gelen yönetmenlere bir panel veya bir sinema dersi verdirmeden yollamıyoruz. Bu bizim için çok önemli. Çünkü İstanbul Film Festivali’nin en önemli özelliklerinden bir tanesi, seyircilere açık bir festival olması. Zaten seyircileriyle birlikte varolmuş, büyümüş ve kendini geliştirmiş bir festival. Bu bakımdan bu tür buluşmalar, sinemacılar açısından da çok önemli. Gelen izleyiciler de bu etkinlikler sayesinde yönetmenlerden etkileniyorlar. Gelen sinemacılar seyircilerle ettikleri sohbetlerden çok keyif alıyorlar.
C.Y.: Sanki İKSV’nin amacı bir sosyal paylaşım platformu oluşturmak…A.T.: Zaten amacımız bu. Festivalin yapısı da bu doğrultuda değişiyor. Mesala çağa ayak uyduran bir festival olmalı. 30 sene önce ilk amaç o filmleri gösterebilmekmiş. Çünkü insanların o filmleri seyredebileceği bir mecra yokmuş. Şimdi zamanla o filmlere ulaşmak daha da kolaylaştı. Günümüzde festivalde kaçırdınız, vizyonda izlersiniz. Vizyonda da kaçırdığınızda birkaç ay sonra televizyonda veya internette seyredebilirsiniz. 30 sene önceye göre bugün, festivalleri bir buluşma yeri ve sadece filmin izlenmediği aynı zamanda konuşulduğu bir platform haline getirmek çok önemli. Sadece izleyiciler açısından değil, kendi filmlerini dünyanın farklı yerlerinde nasıl karşılandığı, tepki aldığını görmek bakımından konuşmacı ve sinemacılar için de mühim. Bence, seyircilerin tepkisini kendi ağızlarından birincil kişi olarak almak onlar için iyi bir geri bildirim. Bir sinemacı için bir filmi ne kadar çok görülürse o kadar iyi. Bu yüzden bu buluşmaları bire bir sağlayabilmek bizim açımızdan çok önemli.
C.Y.: Özellikle belirli bir kesimin yanı sıra İstanbul Film Festivali’ne öğrenciler, büyük ilgi gösteriyor. Siz bir sinemaya meraklı öğrenci olsanız hangi etkinlik veya filmi kaçırmazdınız? Bize küçük öneriler verir misiniz?
A.T.: Sinema dersi anlamında söyleyecek olursam, iki tane film aklıma geliyor. Bunların ikisi de belgesel. Bir tanesi Pip Chodorov’un “Serbest Radikaller” filmi. Bu film, Chodorov ve yazar, sinemacı Heinz-Peter Schwerfel ile Akbank Sanat’ta gerçekleştireceğimiz panelden önce göterilecek. 5 Nisan’da deneysel sinema hakkında düzenlenecek panelin sinema öğrencileri açısından çok yararlı olacağını düşünüyorum. Selim Eyüboğlu da bu panelin moderatörlüğünü yapacak. Sinemaya meraklı izleyicilerin de ilgisini çekecek bir panel olacağını tahmin ediyorum. Aynı zamanda panel konuşmacısı olarak katılan Heinz-Peter Schwerfel ise Türkiye’de “Sinema ve Sanat: Bir Aşk Hikayesi” adlı yeni çıkan kitabının lansmanını yapacak. Aklıma gelen ikinci film ise, Zızek’in “Bir Sapığın İdeoloji Rehberi” . Hatta bu filmi o kadar çok yararlı buluyorum ki, okullarda ders olarak okutulsun isterim. Zızek’in dünyaya son dönemde gelmiş psikanaliz kökenli en iyi felsefeci olduğunu düşünüyorum. Yönetmen daha önce Salt’ta bir video yerleştirme dersinde katılmcılarla biraraya gelmişti. Aynı zamanda Zızek, son zamanda bir popüler kültür ikonu haline geldi. Daha önce “Bir Sapığın Sinema Rehberi” vardı, bu da “Bir Sapığın İdeoloji Rehberi”. Birçok kişi Zizek’in konuşmalarını dinlemek, derslerine katılmak için can atıyorlar. Bu yüzden bu film de özellikle sinema öğrencileri için kaçınılmaz bir fırsat diye düşünüyorum. Bu filmde de, son dönemlerde meydana gelmiş politik olaylardan yola çıkarak popüler kültürü anlatıyor. Film, “İdeoloji nedir? Günümüzde ideolojinin vardığı nokta nedir?” gibi sorulara yanıt veriyor. İlk aklıma gelenler bunlar. Eğer yönetmen sinemasına meraklıysanız da, Altın Lale Uluslar arası Yarışma Jüri Başakanı Peter Weır’ın vereceği dersi kaçırmamanız gerek. The Truman Show, Ölü Ozanlar Derneği ve bizim tarihimizle alakalı Gelibolu gibi filmlere imza atmış önemli bir yönetmen. Politik sinemanın temsilcilerinden Costa Gavras festival konuğumuz olacak. Son filmi Kapital’in gösteriminin ardından bir söyleşi gerçekleştirecek. Özellikle filmlerine nasıl kaynak bulacaklarına yönelik sorunlara sahip genç sinemacıların ise katılabileceği, “Belgeseller ve Kitle Fonlaması” adlı paneli gerçekleştirecekler. Bunun dışında daha çok sinema profesyonellerine yönelik, bizim de festivalimizin endüstri tarafı “Köprüde Buluşmalar” bölümümüz var. Panellerin tümüne katılmak için belirli bir ücret ödemeniz gerekiyor. Berlin Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü ve En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alan ve festivalde de İnsan Hakları Yarışması bölümünde gösterilecek olan “Bir Hurdacının Hayatı” filminin yönetmeni ve yapımcıları “Bütçesiz Film Yapmak Mümkün mü?” adlı bir panel gerçekleştirecek. Bu film gerçekten neredeyse olmayan bir bütçeyle çekildi.
C.Y.: Yani bir sinemacının azmi…
T.A.: Zaten sinema yapabilmek için azim gerekiyor.
C.Y.: Festival kapsamında toplam kaç film gösterilecek? 220 film miydi?
T.A.: 220’yi geçti. Ben artık saymayı bıraktım. Böyle daha iyi.
C.Y.: Son olarak, İran sinemasının özellikle dünyada ön plana çıktığını görüyoruz ve İran’da birçok değerli yönetmen gibi Cafer Panahi de yasaklı…
T.A: Panahi kendi ülkesinde yasaklı ve yirmi yıl film çekemez. Hatta geçen sene Berlin Film Festivali’nde Cafer Panahi’ye gelemeyeceğini bile bile sembolik olarak bir koltuk ayırdılar. Bu koltuğu onun için boş bıraktılar. Bir taraftan da İran hükümeti, Cafer Panahi için aldığı kararın protestosu niteliğindeydi. Cafer Panahi bütün yasaklara rağmen film çekmeye devam ediyor. Geçen sene bizim festivalimizde de “Bu Bir Film Değil” filmi gösterildi. Bu yıl da “Perde” filmi gösterilecek.
C.Y.: Peki, Perde filmi de geçen seneki film gibi mi olacak? Yani yine bir evin içinde?
T.A.: E tabi. Evin dışına çıkması yasak olduğu için, mekan değiştirip normal bir film çeker gibi çekemiyor. Yardımcı yönetmenle birlikte çalışması gerekiyor. Zaten içinde bulunduğu durumun ve kısıtlamaların birer iz düşümü olan filmler meydana geliyor. Filmde de, senaryo yazmak için çabalayan bir yönetmenin evindeki durumlarını anlatıyor. Perdelerin kapalı olması da filmin ismini getirmiş. Yönetmenin bu durumuna sembolik bir yaklaşım. Dünyanın hiçbir yerinde sanatçıya yapılan sansürü destekleyemeyiz. Bu zor koşullar altında hala üretim yapmaya devam eden Panahi’ yi destekleyip, filmlerinin gösterimini yapmak ta bizim gibi festivallerin de görevi.
C.Y.: Yeni sinemacılar için, bu festival bir fırsat veya keşfedilme olabilir mi?
T.A.: Tabi. Her festivalin amacı, herşeyin ötesinde sinema sanatıyla insanları buluşturmak. Genç sinemacılara dünya sinemasından bir program hazırlamak. Özellikle bu yıl, ilk ve ikinci filmler için de düzenlenen iki kategorimiz var. Birincisi “Dünya Sinemasına Bir Bakış” adlı kategori dünyadan yeni yönetmenler için ayrıldı. Tabiki onlara görünürlük kazandırmaya çalışıyoruz. Bu yönetmenlerin filmleri ileride “Ustalar” ve yarışmalı bölümlerimizde görünürse bu bizi de çok mutlu eder. Bu sene yine genç sinemacıları cesaretlendirmek için ilk filmlerin aday olabileceği “Seyfi Teoman İlk Film Ödülü” adlı yeni bir ödül koyduk. Henüz, 35 yaşında olan Seyfi Teoman, geçen sene bir trafik kazasında öldü. O sırada üçüncü filminin hazırlıklarını yapıyordu. Mesala, Teoman yanlız iki filmiyle büyük başarıyı yakalamış bir yönetmen olarak genç sinemacılar için teşvik olabilir. Aynı zamanda onun anısına da böyle bir ödül koymaktan biz mutluyuz. Cem Yılmaz Fikir Sanat Eserleri de beş yıllığına 30 bin liralık bir ödülle bu desteklemeye karar verdi. Bunun da önemli bir teşvik olduğunu düşünüyorum.
C.Y.: İnsanların filmleri, “festival filmi” olarak nitelendirmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
T.A.: Evet “Festival filmi” tabiri var. Ben bu şekilde ayrımlara taraftar değilim ama festival filmi denildiğinde daha düşük bütçelerle yapılır. Festivalin amacı, pazarlama konusunda daha büyük bütçelerle yarışamayacak olan filmlere bir vitrin sağlamaktır. Film festivalleri bu yüzden var. Dünya sinemasından birçok örneği vizyonda görme şansınız hiç yokken; festivallerde izleyebilirsiniz. Bu filmler, hiçbir zaman ticari filmler kadar kendilerine yer bulamayacaklar.
Azize Tan: Filmleri nasıl seçtik? Bana hep bu soruyu soruyorlar. Kendimi tekrar ediyormuşum gibi geliyor. Aslında İstanbul Film Festivali’nin yapısı üç aşağı beş yukarı belli. Hala devam eden bölümleriyle belirli bir yapısı var. Öncelikli olarak yarışmalarımız ve yarışmalarımıza bağlı temalarımız mevcut. Uluslararası Altınel yarışmamızda, sanat sanatçı temalı filmler ve edebiyat uyarlamalarını gösteriyoruz. İnsan Hakları Yarışmamız da Avrupa Konseyi’yle işbirliği halinde yürüttüğümüz projede filmlerimiz var. Tabiki öncelik, bu iki kategoride. Yani insan hakları, sanat ve sanatçı filmleri festival için aradığımız nitelikte oluyor. Festivalin bu sene de devam eden temaları var. Mesela genç yönetmenleri keşfettiğimiz, “Yeni Bir Bakış” kategorimiz var. Özellikle usta yönetmenleri takip ettiğimiz, “Ustalar” bölümümüz mevcut. Dünya sinemasının yakından tanıdığı yönetmenlerin filmlerinin gösterileceği “Dünya Festivallerinden” adlı bir kategorimiz var. Bu programın hazırlık aşamasındaki programlama kısmını herkes merak ediyor. Esasen böyle bir zaman yok. O hazırlık, programlamaya aslında sene boyunca durmuyor. Şu anda bile gelecek yılın festival programında yer alacağını düşündüğümüz gösterimler hakkında fikrimiz var. Yani düşündüğümüz film olabiliyor hatta proje aşamasında olup ta gelecek yıla biteceğini tahmin ettiğimiz filmleri bir yere not alıp, takip etmeye başlıyoruz. Aslında asıl hazırlık sürecimiz, bizim festivalimiz bittikten bir ay sonra başlayan Cannes Film Festivali ile başlıyor. Tabii ki bu festival bizim için sinema yılının başlangıcı gibi oluyor. Oraya gidiyoruz. Filmleri seyretmeye başlıyoruz. Yönetmenlerle toplantılarımız, yazışmalarımız başlıyor. Danışma kurulumuzla da hangi filmlerin girebileceği, hangi kategorilerin yer alacağı ile ilgili de görüşerek festivalin şekillendiriyoruz. Aynı zamanda dünya festivallerinden de birçok film festivaline gidiyoruz. Bunlar; “Berlin Uluslararası Film Festivali, Uluslararası Toronto Film Festivali, Venedik Film Festivali ve Locarno Uluslar arası Film Festivali” gibi dünyadan belli başlı önemli festivalleri. Bu festivallerde beklediğimiz yönetmenlerin son filmlerini izliyoruz. Bu festivallerden uygun gördüğümüz filmleri de “Dünya Festivallerinden” kategorisine ekliyoruz. Bunun dışında festivalimizde “Mayınlı Bölge” kategorimiz mevcut. Mayın Bölge’de daha çok deneysel ve gerçek sinefil kitlenin takip ettiği filmler bu kategoride. “Çocuk Mönüsü” adıyla festivalde yer alacak çocuk filmlerimiz var. Onun dışında belgeseller için ayırdığımız ayrı bir bölüm var.
C.Y.: Son dönemlerde izleyicisini kaybetmiş gibi görünen belgesel türünün belki de en çok ilgi görebileceği platformlar festivaller…
A.T.: Son zamanlarda maalesef öyle ama bir şeyi kaçırmamak lazım. Belgeseller, bizim bildiğimiz belgesel formatından uzak. Hakikaten kurgusu, anlatımı, sinema dili açısından her biri birer kurmaca film tadında. O yüzden de çok ilgi görüyorlar. Biz de mümkün olduğu kadar yer vermeye çalışıyoruz. Gerçekten dünyada etrafımızda neler olup bittiğini izlemek, görmek açısından bize inanılmaz bir fırsat sunuyor. Son derece de yetkin bir sinema dili kullanılıyor. Bu nedenle de festivalimizde son senelerde en çok beğenilen bölümlerimizden bir tanesi. Bu yıl da elimizden geldiği kadar arttırdık. Yirmiye yakın belgesel film gösteriyoruz. Bunun dışında, festival için hazırladığımız önemli çalışmlarımız da oluyor. Bunlardan bir tanesi de Carlos Reygadas. Son dönemde Meksika sinemasına hatta dünya sinemasına yeni bir ses ve anlayış getiren yönetmen Reygadas, festivalde konuğumuz olacak. Bu yaz birkaç festivalde kendisini teğet geçip, sonunda Uluslararası Toronto Film Festivali’nde kendisini İstanbul’a gelmesi konusunda ikna ettik. Yönetmen Carlos Reygadas’ın İstanbul’a gelecek olmasından çok mutluyum. Reygadas’ın da “Japonya” filminin gösterileceği dolu bir festival programıyla dünya sinemasının nabzını tutacağız. Aynı zamanda Carlos Reygadas 7 Nisan Salı günü İKSV salonda bir sinema dersi verecek. Genelde gelen yönetmenlere bir panel veya bir sinema dersi verdirmeden yollamıyoruz. Bu bizim için çok önemli. Çünkü İstanbul Film Festivali’nin en önemli özelliklerinden bir tanesi, seyircilere açık bir festival olması. Zaten seyircileriyle birlikte varolmuş, büyümüş ve kendini geliştirmiş bir festival. Bu bakımdan bu tür buluşmalar, sinemacılar açısından da çok önemli. Gelen izleyiciler de bu etkinlikler sayesinde yönetmenlerden etkileniyorlar. Gelen sinemacılar seyircilerle ettikleri sohbetlerden çok keyif alıyorlar.
C.Y.: Sanki İKSV’nin amacı bir sosyal paylaşım platformu oluşturmak…A.T.: Zaten amacımız bu. Festivalin yapısı da bu doğrultuda değişiyor. Mesala çağa ayak uyduran bir festival olmalı. 30 sene önce ilk amaç o filmleri gösterebilmekmiş. Çünkü insanların o filmleri seyredebileceği bir mecra yokmuş. Şimdi zamanla o filmlere ulaşmak daha da kolaylaştı. Günümüzde festivalde kaçırdınız, vizyonda izlersiniz. Vizyonda da kaçırdığınızda birkaç ay sonra televizyonda veya internette seyredebilirsiniz. 30 sene önceye göre bugün, festivalleri bir buluşma yeri ve sadece filmin izlenmediği aynı zamanda konuşulduğu bir platform haline getirmek çok önemli. Sadece izleyiciler açısından değil, kendi filmlerini dünyanın farklı yerlerinde nasıl karşılandığı, tepki aldığını görmek bakımından konuşmacı ve sinemacılar için de mühim. Bence, seyircilerin tepkisini kendi ağızlarından birincil kişi olarak almak onlar için iyi bir geri bildirim. Bir sinemacı için bir filmi ne kadar çok görülürse o kadar iyi. Bu yüzden bu buluşmaları bire bir sağlayabilmek bizim açımızdan çok önemli.
C.Y.: Özellikle belirli bir kesimin yanı sıra İstanbul Film Festivali’ne öğrenciler, büyük ilgi gösteriyor. Siz bir sinemaya meraklı öğrenci olsanız hangi etkinlik veya filmi kaçırmazdınız? Bize küçük öneriler verir misiniz?
A.T.: Sinema dersi anlamında söyleyecek olursam, iki tane film aklıma geliyor. Bunların ikisi de belgesel. Bir tanesi Pip Chodorov’un “Serbest Radikaller” filmi. Bu film, Chodorov ve yazar, sinemacı Heinz-Peter Schwerfel ile Akbank Sanat’ta gerçekleştireceğimiz panelden önce göterilecek. 5 Nisan’da deneysel sinema hakkında düzenlenecek panelin sinema öğrencileri açısından çok yararlı olacağını düşünüyorum. Selim Eyüboğlu da bu panelin moderatörlüğünü yapacak. Sinemaya meraklı izleyicilerin de ilgisini çekecek bir panel olacağını tahmin ediyorum. Aynı zamanda panel konuşmacısı olarak katılan Heinz-Peter Schwerfel ise Türkiye’de “Sinema ve Sanat: Bir Aşk Hikayesi” adlı yeni çıkan kitabının lansmanını yapacak. Aklıma gelen ikinci film ise, Zızek’in “Bir Sapığın İdeoloji Rehberi” . Hatta bu filmi o kadar çok yararlı buluyorum ki, okullarda ders olarak okutulsun isterim. Zızek’in dünyaya son dönemde gelmiş psikanaliz kökenli en iyi felsefeci olduğunu düşünüyorum. Yönetmen daha önce Salt’ta bir video yerleştirme dersinde katılmcılarla biraraya gelmişti. Aynı zamanda Zızek, son zamanda bir popüler kültür ikonu haline geldi. Daha önce “Bir Sapığın Sinema Rehberi” vardı, bu da “Bir Sapığın İdeoloji Rehberi”. Birçok kişi Zizek’in konuşmalarını dinlemek, derslerine katılmak için can atıyorlar. Bu yüzden bu film de özellikle sinema öğrencileri için kaçınılmaz bir fırsat diye düşünüyorum. Bu filmde de, son dönemlerde meydana gelmiş politik olaylardan yola çıkarak popüler kültürü anlatıyor. Film, “İdeoloji nedir? Günümüzde ideolojinin vardığı nokta nedir?” gibi sorulara yanıt veriyor. İlk aklıma gelenler bunlar. Eğer yönetmen sinemasına meraklıysanız da, Altın Lale Uluslar arası Yarışma Jüri Başakanı Peter Weır’ın vereceği dersi kaçırmamanız gerek. The Truman Show, Ölü Ozanlar Derneği ve bizim tarihimizle alakalı Gelibolu gibi filmlere imza atmış önemli bir yönetmen. Politik sinemanın temsilcilerinden Costa Gavras festival konuğumuz olacak. Son filmi Kapital’in gösteriminin ardından bir söyleşi gerçekleştirecek. Özellikle filmlerine nasıl kaynak bulacaklarına yönelik sorunlara sahip genç sinemacıların ise katılabileceği, “Belgeseller ve Kitle Fonlaması” adlı paneli gerçekleştirecekler. Bunun dışında daha çok sinema profesyonellerine yönelik, bizim de festivalimizin endüstri tarafı “Köprüde Buluşmalar” bölümümüz var. Panellerin tümüne katılmak için belirli bir ücret ödemeniz gerekiyor. Berlin Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü ve En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alan ve festivalde de İnsan Hakları Yarışması bölümünde gösterilecek olan “Bir Hurdacının Hayatı” filminin yönetmeni ve yapımcıları “Bütçesiz Film Yapmak Mümkün mü?” adlı bir panel gerçekleştirecek. Bu film gerçekten neredeyse olmayan bir bütçeyle çekildi.
C.Y.: Yani bir sinemacının azmi…
T.A.: Zaten sinema yapabilmek için azim gerekiyor.
C.Y.: Festival kapsamında toplam kaç film gösterilecek? 220 film miydi?
T.A.: 220’yi geçti. Ben artık saymayı bıraktım. Böyle daha iyi.
C.Y.: Son olarak, İran sinemasının özellikle dünyada ön plana çıktığını görüyoruz ve İran’da birçok değerli yönetmen gibi Cafer Panahi de yasaklı…
T.A: Panahi kendi ülkesinde yasaklı ve yirmi yıl film çekemez. Hatta geçen sene Berlin Film Festivali’nde Cafer Panahi’ye gelemeyeceğini bile bile sembolik olarak bir koltuk ayırdılar. Bu koltuğu onun için boş bıraktılar. Bir taraftan da İran hükümeti, Cafer Panahi için aldığı kararın protestosu niteliğindeydi. Cafer Panahi bütün yasaklara rağmen film çekmeye devam ediyor. Geçen sene bizim festivalimizde de “Bu Bir Film Değil” filmi gösterildi. Bu yıl da “Perde” filmi gösterilecek.
C.Y.: Peki, Perde filmi de geçen seneki film gibi mi olacak? Yani yine bir evin içinde?
T.A.: E tabi. Evin dışına çıkması yasak olduğu için, mekan değiştirip normal bir film çeker gibi çekemiyor. Yardımcı yönetmenle birlikte çalışması gerekiyor. Zaten içinde bulunduğu durumun ve kısıtlamaların birer iz düşümü olan filmler meydana geliyor. Filmde de, senaryo yazmak için çabalayan bir yönetmenin evindeki durumlarını anlatıyor. Perdelerin kapalı olması da filmin ismini getirmiş. Yönetmenin bu durumuna sembolik bir yaklaşım. Dünyanın hiçbir yerinde sanatçıya yapılan sansürü destekleyemeyiz. Bu zor koşullar altında hala üretim yapmaya devam eden Panahi’ yi destekleyip, filmlerinin gösterimini yapmak ta bizim gibi festivallerin de görevi.
C.Y.: Yeni sinemacılar için, bu festival bir fırsat veya keşfedilme olabilir mi?
T.A.: Tabi. Her festivalin amacı, herşeyin ötesinde sinema sanatıyla insanları buluşturmak. Genç sinemacılara dünya sinemasından bir program hazırlamak. Özellikle bu yıl, ilk ve ikinci filmler için de düzenlenen iki kategorimiz var. Birincisi “Dünya Sinemasına Bir Bakış” adlı kategori dünyadan yeni yönetmenler için ayrıldı. Tabiki onlara görünürlük kazandırmaya çalışıyoruz. Bu yönetmenlerin filmleri ileride “Ustalar” ve yarışmalı bölümlerimizde görünürse bu bizi de çok mutlu eder. Bu sene yine genç sinemacıları cesaretlendirmek için ilk filmlerin aday olabileceği “Seyfi Teoman İlk Film Ödülü” adlı yeni bir ödül koyduk. Henüz, 35 yaşında olan Seyfi Teoman, geçen sene bir trafik kazasında öldü. O sırada üçüncü filminin hazırlıklarını yapıyordu. Mesala, Teoman yanlız iki filmiyle büyük başarıyı yakalamış bir yönetmen olarak genç sinemacılar için teşvik olabilir. Aynı zamanda onun anısına da böyle bir ödül koymaktan biz mutluyuz. Cem Yılmaz Fikir Sanat Eserleri de beş yıllığına 30 bin liralık bir ödülle bu desteklemeye karar verdi. Bunun da önemli bir teşvik olduğunu düşünüyorum.
C.Y.: İnsanların filmleri, “festival filmi” olarak nitelendirmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
T.A.: Evet “Festival filmi” tabiri var. Ben bu şekilde ayrımlara taraftar değilim ama festival filmi denildiğinde daha düşük bütçelerle yapılır. Festivalin amacı, pazarlama konusunda daha büyük bütçelerle yarışamayacak olan filmlere bir vitrin sağlamaktır. Film festivalleri bu yüzden var. Dünya sinemasından birçok örneği vizyonda görme şansınız hiç yokken; festivallerde izleyebilirsiniz. Bu filmler, hiçbir zaman ticari filmler kadar kendilerine yer bulamayacaklar.
DUVARIN YANINDA OLMAK, ÖLÜMÜ GETİRİR
Sene 1942. Evdekiler duvarın yanında yatmaktan, durmaktan, oturmaktan korkuyordu. Herhangi bir düşman işgalinde duvarın yanında olduklarında ölmeleri daha kolaydı. Hatta bunun için aldıkları en büyük önlem evin avluya bakan birçok penceresinin bulunmasına rağmen, sokağa bakan hiçbir pencerenin olmamasıydı. Bu duvar korkusu, evin çocuklarının gelecekteki korkularından birisi olacaktı.
Adam, halktan birçok kişinin yaptığı gibi tarladan buğdayları makasla kesmeyi istemedi. Bu yüzden tek çare Semetli’den ... Ağalar’ın değirmenine gitmekti. Telaşla birkaç arkadaşıyla gece vakti at arabasına buğdayı yüklediler. Ayrılacakları sırada, uzaktan bir Bulgar askeri belirdi. Tam onlara yaklaşırken adam çevik bir hareketle at arabasına atladığı gibi atına bir fiske vurdu. Canı yanan at hızlıca karanlığa doğru ilerlemeye başladı. Arkasından Bulgar askeri bağırıyordu. “Stoy!”(Dur!). Adam, askeri atlatmıştı. Buğdayı çalmıyordu. Evde aç kalan ailesi içindi bunlar. Bulgar işgalindeki Yunanistan’da yaşayan Türk ailesi, korkuyla evin reisinden gelecek buğdayı bekliyordu. Adam evin avlusuna sessizce girdi. Evin hanımı buğdayları kapının yanında duran küplere koydu. Ev halkının karnı doyduktan sonra o küpler evin altında bulunan küçük bir bölmeye saklanacaktı. Bulgar askerinin bulamaması için. Aile kuru yemeklerini yerken her akşam olduğu gibi evlerden teneke sesleri yükseliyordu. Bu sesler bir kutlama için değil; insanların korkularını bastırmak içindi.
Adam, halktan birçok kişinin yaptığı gibi tarladan buğdayları makasla kesmeyi istemedi. Bu yüzden tek çare Semetli’den ... Ağalar’ın değirmenine gitmekti. Telaşla birkaç arkadaşıyla gece vakti at arabasına buğdayı yüklediler. Ayrılacakları sırada, uzaktan bir Bulgar askeri belirdi. Tam onlara yaklaşırken adam çevik bir hareketle at arabasına atladığı gibi atına bir fiske vurdu. Canı yanan at hızlıca karanlığa doğru ilerlemeye başladı. Arkasından Bulgar askeri bağırıyordu. “Stoy!”(Dur!). Adam, askeri atlatmıştı. Buğdayı çalmıyordu. Evde aç kalan ailesi içindi bunlar. Bulgar işgalindeki Yunanistan’da yaşayan Türk ailesi, korkuyla evin reisinden gelecek buğdayı bekliyordu. Adam evin avlusuna sessizce girdi. Evin hanımı buğdayları kapının yanında duran küplere koydu. Ev halkının karnı doyduktan sonra o küpler evin altında bulunan küçük bir bölmeye saklanacaktı. Bulgar askerinin bulamaması için. Aile kuru yemeklerini yerken her akşam olduğu gibi evlerden teneke sesleri yükseliyordu. Bu sesler bir kutlama için değil; insanların korkularını bastırmak içindi.
Yunanistan'da penceresiz duvarlı Türk evi
Yunanistan İşgal Altında
Ekim 1940’ta Yunanistan’a saldıran İtalya başarılı olamayınca, Alman Lider Adolf Hitler ve ordusu hızlı bir “Yıldırım Savaşı” taktiği ile II. Dünya Savaşı sırasında Nisan 1941’de ülkeye girdi. Mayıs ayının ortalarına doğru Yunanistan; Almanya, İtalya ve Bulgaristan olmak üzere 3 farklı devletin işgali altında kalmış. İşgal altında kalınan süre boyunca açlık ve salgın hastalıklardan dolayı 300,000 kişi öldü. Bu durumdan sadece Yunan halkı değil; orada yaşayan Gümülcine, Dedeağaç, Sofullu ve İskeçe’nin %86’sını oluşturan Türk azınlığıda etkilendi. Ekim 1944’te Almanya’nın ana topraklardan geri çekilmesiyle son bulan savaştan sonra ülke yavaş yavaş toparlanmaya başladı.
Yunanistan'dan Türk evi ve avlusu
“Bekledim de gelmedin…”
“Bekledim de gelmedin…”
Takvim, 1974 yılının Mayıs ayını gösteriyordu. Yunan kasabasında iki süt mamulleri satan dükkan yan yanaydı. Soldaki, inatçı ve pişkin Stelyo Drako’ya aitti. Sağdaki ise, “Sütçüler” olarak tanınan Türk ailesinin işlettiği bir dükkandı. Stelyo, her zamanki yaptığı gibi öğle vaktinde dükkanının önünde oturmuş, alaycı gülümsemeyle; yan dükkanı işleten ve kendi milletinden olan Yunan vatandaşlarının bile oradan alışveriş yaptığı için kıskançlık duyduğu Türk komşusunun duyması için yüksek sesle şarkı söylüyordu. Zeki Müren’in söz yazarı olduğu şarkı: “ Bekledim de gelmedin. Sevdiğimi bilemedin. Gözyaşımı silemedin…” Bu şarkı Kıbrıs için söylenirdi ve diğer amaç Türkler’i kışkırtmak, komşuyla tartışma çıkarmaktı. Çünkü Türkler kavga çıkarttığı anda mahkemeyi boylardı. Bu sebeple, Sütçü ... dayanıyorlardı. Dayanmak zorundalardı. Akrabaları, malı mülkü, herşeyleri buradaydı. Sadece o değil; doğdukları, çocukluklarını yaşadıkları bu kasabaydı. Bu durum da ağır şekilde ayrıcalıklı olarak yargılanmasına yol açardı. Böylece Drago’nun ekmeğine yağ sürülürdü. Stelyo Drago, şarkısı bitince yine o pişkin gülüşüyle Türk komşusunun en büyüklerinin yanına geldi.
Drago: “Mari ... Aga, sana bir teklifim vardır. Bilirsin, babam burada jandarmadır. Gel seninle ortak olalım. Sen çalış ailenle, bende parayı alayım. Senin karın burada bir Türk olarak rahatça iş yapmak olsun.” ... Aga sinirini bastırmaya çalışarak; bir hışımda ayağa kalkar; “Bu teklifi duymadın ben Stelyo! Kabul etmiyorum.” Bu kabul etmeyiş; 2 mahkemeye, miktarı unutulan dirahmilere (Eski Yunan parası), o dükkanın kazandığının neredeyse 2 katı misli 83 İngiliz altınına ve hemen hemen her gün türlü bahanelerle dükkanın önüne kırmızı şerit çekilmesine sebep oldu. Bu bahaneler ise süte düştüğü idda edilen ama görünmeyen sinek, dükkanın her üç saatte bir silinmesine rağmen giriş kapısının üzerindeki toz şeklindeydi. En son olan ve belki de en utandırıcı olayı ise gider borusuyla patlak verdi. Yunan polisi dükkanın kanalizasyonunu kullanmaya izin vermiyordu. Bu yüzden, bu gideri başka bir yere göndermek için dükkanın için de birçok çukur kazdırdılar.
Tuvalet Duvarına Ceza
Devlet tarafından yapılan bu bıktırma uygulamaları bununla sınırlı değil. O yıllarda, Türk’ün Türk’a mülk satması yasaktı. Ancak bir Yunan’a satabilirdi. Türkler ise, genelde babadan kalma evlerde yaşıyor, devlete dayanabildiği kadar yine babadan kalma dükkanı işletiyordu. Aynı zamanda bir Türk’ün evini onarması ve bir ev, baraka veya kulübe yapması yasaktı. Bir Türk’ün tuvaletinin aşınan duvarı çökmüştü. Yunan hükümeti bunu dahi onarmasına izin vermiyordu. Amaç ise açıkça ortadaydı. Türk, tuvalet bu haldeyken burayı kullansın sonra da örf kurallarına uymamaktan dolayı ceza kesilsin ve Türkler barbar olsun, utandırılsın. Türklerden devlet tarafından alınan haksız paraların da sınırı yoktu. Bir Türk, kendi tarlasına küçük bir barınak yaptırmış. Yunan hükümeti, Türk’ün kendi toprağına kendisinin yaptırdığı barınak için her ay kira alıyordu.
“Sizi lahana gibi kecekler.”
1974 yılında 7-8 yaşlarında iki kız çocuğu sokakta oyun oynuyordu. Birisi Türk, diğeri ise Yunandı. Yunan olanın annesi bir anda sokağa fırladı. Kızının elini kavradığı gibi eve doğru sürüklemeye başladı. Eve girmesi beklenirken arkasını döndü ve Türk kız çocuğuna doğru yöneldi. Kaşları çatıldı. Kadın; “Sizin Türkler hiç korkmuyorlar mı? Burada kendi halkları var. Sizi lahana gibi kesecek bizimkiler.” Küçük kız durumu pek anlayamadı. Yunanlı kadına bunları söyleten Türkler’in Kıbrıs’ın belirli bölgelerini almasıydı. Tüm Türk evlerinde herkesin kulağı radyodaydı. Radyolar, kısık sesle dinleniyordu. Bir Türk kadını sürekli kendisine kin güden Yunanlı kadının kapısının önünden geçtiğini gördüğünde radyonun kısık sesini inatla yükseltiyordu. Gittiğini anlayınca korkudan tekrar kısık sese dönüyordu. Diğer evden Türk bayrağı altında yaşamaya hasret kalmış bir yaşlı kadın, yine kısık sesle torunlarına yazdığı şiiri okuyordu.
“Yunan Yunan kara yılan,
Türk’ün askerine durdun divan.
Yunan’ın kuyruğuna taktık teneke.
İki günde aldık biz bu dünekeyi.”
Türkler’in Yunanlılara Olan Her Başarısı Tehdit Unsuru
Yaşanan sevinç, özellikle bastırılmaya çalışılan azınlık Türk halkının içindeydi. Aslında Türk devletinin Yunanistan’a karşı olan her adımı onlar için bir tehdit unsuruydu. Kıbrıs’ın Yunanlılar için söylediği şarkıya karşılık artık Türkler de kulaktan kulağa dağıtacakları yeni bir şarkıyı söylüyorlardı. Yaşar Özel’den; “Bu kadar yürekten çağırma beni, bir gece ansızın gelebilirim. Beni bekliyorsan uyumamışsan, sevinçten kapında ölebilirim.” şarkısıydı.
Türkler’e Yasak Bölge
1993’ten 1995’e kadar sözde “Kuzey’ den kominist sızmasını önlemek” gerekçesiyle Türk köylerinde uygulanan “Yasak bölge” Yunan politikası ilginçtir. Belirli Türk köylerine giriş ve çıkış yasaktı. Oysa uygulandığı dönemdeki asıl işlevi; Pomak Türkleri’ni, yaka ve ovada yaşayan Türk azınlıktan ayırmak, cahilleşmesini ve fakirleşmesini sağlayarak eritmek/asimile etmektir. Bu bölgeye giriş ve çıkışlar özel pasaportla sağlanıyordu.
Eğitimin Zayıflığı
Askere gelen Türklere ise asimile etmek Yunan Devleti için kaçınılmazdı. Bunu ise bir Türk’ün müslümanlığı terk edip, hristiyan olması karşılığında uyguluyordu. Türk hristiyanlığı seçtiğinde ona ev, araba, çalışması için orta halli bir iş ve askerlikten muafiyet veriyordu. Kısacası kendi vatanını ve dinini mal mülk karşılığında kabul ettirip, Türkler üzerindeki politikasını gerçekleştiriyordu.
Türkler’in oradaki eğitimleri çok zayıf. Bir zamanlar Türk hükümeti Yunanistan’da öğretmenlik yapması için birçok kişi yollarken bir süre sonra Yunan hükümeti buna izin vermemeye başladı. Kendisinin Türkler’e eğitim vermek için özel olarak yetiştirdiği, birkaç sene, eğitim verdiği ve ufku geniş olmayan Yunan eğitmenleri Türk öğrencilerine atıyordu. Bu durum bir Türk azınlığı gençliğinin de erimesine ve gelişememesine yol açıyordu.
Türk’ün Yunan Generali Sırtında Taşıması
Türk- Yunan düşmanlığı hep bu şekilde devam etmedi. Yunanistan’daki iç savaş sırasında Ferhat Dayı askerlik yapıyordu. Görevi ise ölüleri taşımak. Savas alanında General Gizikis’in yere düştüğünü görüyor. Ağır yaralı olan generali sırtında 2 km boyunca taşıyor. Genaral Gizikis’in hayatı Ferhat Dayı sayesinde kurtuluyor. Aradan geçen 4-5 yıldan sonra Cumhurbaşkanlığı’na yükselmiş olan Phaidon Gizikis, Ferhat Dayı’nın yaşadığı Gümülcine kasabasına özel bir ziyaret dolayısıyla geliyor. Gizikis’in geleceğini öğrenen Ferhat Dayı sabahı zor ediyor. Korumaların etten duvar ördüğü Cumhurbaşkanı Gizikis’in yanına kimse yaklaşamıyor. Kalabalığın içinden bir ses ve sürekli şapkasını sallayan bir kol; “… sayılı askeriniz emrinizdedir generalim.” Gizikis aniden arkasına dönüyor. Hemen Ferhat Dayı’yı korumaları tarfından yanına getirtiyor. Kısa ama öz bir sohbetten sonra şehrine geri dönen cumhurbaşkanı, hayatını borçlu olduğu bu adama özel bir rozet yaptırıp yolluyor.
Git ve Bir Daha Gelme
Ülkeyi siyasi olarak bu kadar çok çevreleyen insan haklarına rağmen, hala Türkler’e karşı olan tutumlar değişmiş değil. Bundan 20 yıl kadar önce sayısız Türk’ün, Yunanistan’dan Türkiye’ye giriş yaparken; “Git ve bir daha gelme.” politikasından dolayı nüfusları silindi. Türk nüfusuna da geçmekte zorlanan hatta geçemeyen Türk asıllı birçok vatandaş şuan hala vatansız olarak ülkede bulunuyor.
Dayanışma Derneği
Etnik kimlik, ifade özgürlüğü, eğitim, müftülükler, demografik yapı, ekonomik baskılar ve ayrımcılık gibi birçok soruna sahip Batı Trakya Türkleri’nin Türkiye’deki en büyük dayanışma gösterdiği yer “Batı Trakya Dayanışma Derneği”. Türkiye’de yaşamak zorunda bırakılmış, bölgedeki haksızlıklar, baskı ve zorbalığın sonucu olarak doğmuş olan dernek, Batı Trakya’dan gelen ve orada yaşayan Türkler’e mümkün olduğunca yardım etmeye çalışıyor. Yapılan çalışmalar özellikle Türk Devleti’nin oradaki Türk azınlığı konusunda etkili olmuş.
Dernek Kurucuları
Batı Trakya’dan göç eden birçok Türk’ten dinlediğim anektodlardan sonra benim de Yunanistan’da yaşadığım bir olay var. Sene 2005. Büyükbabamla bir Yunan kahvesindeyiz. Arka masamızda oturan adam telefonla konuşuyor. Yunanca; “Dimitri, nerede olduğumu tam olarak bilmiyorum. Bekle. Buradaki birisine sorup yolu tarif edeceğim.” Etrafında kimseyi göremeyince bize türkçe soruyor; “Burayı arkadaşıma nasıl anlatabilirim?” Büyükbabam; “Türk Gençler Birliği binasının yanı diyebilirsiniz.” Adam telefonda konuşmaya devam ediyor;”Müslüman Gençler Birliği binasının yanındaki kafedeyim.”
İnsanlar bir gün kanlarına işlemiş olan ırkçılık mikrobundan kurtulursa belki Türk-Yunan ayrımı da kalkar. Adamın “Türk” demeyecek kadar kininin oluşmasının nedenini kimse bilemez. Belki savaşta ölen dedesi, belki her Yunan gibi etrafta duydukları, Yunan çocuğu gibi öğretmenlerinden işittikleri ya da küçükken bir Türk çocuğundan yediği dayak.
KOMŞULARIN DOSTLUKLARININ HİÇBİR ZAMAN ÖLMEMESİ DİLEĞİYLE...
Okuduğunuz yazı, çeşitli kişilerin anlattığı anılardan derlenmiştir…
Okuduğunuz yazı, çeşitli kişilerin anlattığı anılardan derlenmiştir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder